İran'ın dini lideri Ali Hamaney'in uluslararası ilişkiler danışmanı Ali Ekber Velayeti, "Tasnim" Ajansı için "NATO'nun Kafkasya'nın geleceğindeki olası müdahale ve saldırganlığına karşı uyanık olma ihtiyacı" başlıklı özel bir makale yazdı.
Yazı, Türkiye aleyhine iddialar ve Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri zedelemeye yönelik mesajlar içermektedir. Türkiye'nin İsveç'in NATO'ya üyeliğini onaylaması ve bazı "Azak" savaşçılarının Ukrayna'ya teslim edilmesi özellikle öne çıkıyor. Sayın Vilayati, bu "ince ayrılma"nın ardından hemen "İran'ın karşı çıktığı Zengezur Koridoru'na ve Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine" geçiyor.
Faktyoxla Lab. (Teyit Laboratuvarı) olarak Ali Ekber Velayeti’nin Türkiye’ye yönelik sarfettiği iddiaları okurlamız için araştırdık.
Öncelikle, Ali Ekber Velayeti’nin tüm yazı boyunca Türkiye’ye yönelik sarfettiği iddiaları araştırdığımız zaman bu iddiaların asla yeni olmadığına, kimi zaman uluslararası kamuoyunda ve medyada dile getirildiğine, fakat Türk yetkililerce yalanlandığına tanık olduk. Şimdi bu iddiaları birer birer doğru olup olmadığına bakalım:
Sayın Velayeti yazısında şöyle bir paragraf var: ‘‘Ancak en zor görev, Rusya'nın yardımıyla Türkiye'nin yayılmacılığını durdurabildikleri Suriye'de yapıldı. Çeşitli başarısızlıklar nedeniyle Türk hükümeti son yıllarda taktik ve yöntemlerini sürekli olarak değiştirmiştir. Suriye'ye yönelik saldırının başlangıcında Müslüman Kardeşler ve Katar'a yanaştı ve onların yardımıyla Suriye hükümetini devirmeye çalıştı ancak başarılı olamadı.’’
Bu paragraftaki iddiaları birkaç kısma ayıralım öncelikle: Dilerseniz, Türkiye’nin Suriye’deki yayılmacılık politikasından başlayalım. Suriye’de Türkiye’nin gerçekleştirdiği barış operasyonlarını ve genel olarak Türkiye’nin Suriye mevcut olmasını işgalcilik olarak göstermek çabası yeni bir şey değil.
2021 yılında benzer iddiayı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki son durum tartışılırken hem Çin, hem İran temsilcileri dile getirmişler ve Türkiye’yle tehditvari dille konuşarak “Suriye’deki işgalci Türkiye’yi uluslararası hukuka uymaya çağırıyoruz” – diye çağrıda bulunmuşlardı. Örneğin, Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi Çin’in BM Daimi Temsilci yardımcısı Geng Shuang, Türkiye’yi Suriye’de işgalci olmakla suçlamış, Suriye’nin yabancı ülkelerin işgali yüzünden zor durumda olduğunu, Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye'yi yasadışı bir şekilde işgal ettiğini belirterek “Türkiye, yasadışı işgal ettiği Suriye’nin kuzeydoğu bölgesindeki Alouk barajından, bölgeye sağlanan suyu defalarca kesti. Yüzbinlerce sivilin susuz kalmasına neden oldu. Bu durum, BM'nin bölgedeki insani yardım çalışmalarını aksatarak büyük zorluklara neden oldu. Çin, Türkiye'yi uluslararası insani hukuk da dahil olmak üzere uluslararası hukuka uymaya, sivilleri korumaya, altyapı operasyonlarını sürdürmeye ve BM’nin insani yardım erişimini garanti etmeye çağırıyor” diye konuşmuştu. Çinli meslektaşının söylediklerine destek veren İran’ın BM Daimi Temsilcisi Majid Takht Ravanch ta “Öncelikle Suriye'nin bazı bölgelerinin yabancı güçler tarafından işgaline derhal son verilmelidir. İşgalci ve davetsiz tüm yabancı güçler, herhangi bir ön koşul veya daha fazla gecikme olmaksızın ülkeyi terk etmelidir.’’ – demişti.
Dönemin BM Türkiye daimi temsilcisi Feridun Sinirlioğlu yaptığı konuşmada Suriye temsilcisinin konuşmasına cevap vermeyeceğini, bunun Şam hükümetinin halkına yönelik eylemleri nedeniyle acı çeken milyonlarca Suriyeliye hakaret olduğunu” söylemiş, Çin temsilcisinin Türkiye’ye yönelik işgalci suçlamasına atıfla ise “Yaklaşık 9 milyon Suriyeli mülteci Türkiye’nin koruması altında. Bizim uluslararası insani hukuku ihlal edenlerden ders almaya ihtiyacımız yok” yanıtını vermişti.
Ama ne gariptir ki, Suriye konusunu defalarca gündeme getirdiği halde, İran bir kere bile olsun Azerbaycan topraklarının Ermenilerce işgal edildiğini asla dile getirmemiştir.
Paragraftaki bir diğer iddiaysa Suriye'yle ilgili politikasının ilk yıllarında Türkiye'nin Katar ve Müslüman kardeşlere yanaşması ve onların yardımıyla Suriye hükümetini devirmeye çalışması, fakat bunda başarılı olamadığıyla ilgili olan iddialardır. Araştırmalarımız zamanı, bir hususun daha farkına vardık... Bu konuyu uluslararası kamuoyunun gündemine taşıyan, meşgul eden güç te yine İran'ın dezenformasyon merkezleri ve onlara bağlı kişiler, aynı zamanda kuruluşlar olmuştur. Şöyle ki, bölgede ki denklemler dolayısıyla oluşan rekabet ortamında hem İran Körfez ülkelerinin Suriye’deki mevcudiyetinden rahatsız, aynı zamanda Türkiye’nin kendi sınırlarını korumakla birlikte istikrarsızlaştırılmış alanda bir terör devletinin kurulmasına müsaade etmemesini içine sindiremiyor. Uzmanlara göre, Suriye'de İran'ın getirdiği milislerin varlığı hem Türkiye’yi, hem de Körfez ülkelerini, özellikle de Katar’ı tedirgin ediyor.
Körfez ülkeleri bölgedeki yeni denklemde Esad'a İran'dan uzak durmasını ve Arap kimliğine yönelmesini telkin ediyorlar. Bu tutum Körfez ve Türkiye'nin ortak perspektifi. Geçmişte Katar ve Türkiye’nin içindeki bazı klikler İhvan hareketine, yani Müslüman Kardeşlere sıcak bakıyordu. Bir süredir her iki ülkenin de İhvan hareketine mesafeli olduğunu görüyoruz.
Bunun dışında gerek İran’ın desteklediği Esat’ın kendisi, gerek danışmanları, gerekse de Esat’a yakın olan basın ve medya kuruluşları sürekli olarak sayın Velayeti’nin seslendirdiği iddiaları harfiyen dile getiriyorlar ki, bu da bu bilgilerin aynı merkezlerden servis edildiğini kanıtlamaktadır. Örneğin, Esat’ın danışmanlarından Şaban, 2019’ta Al Mayadeen televizyonuna yaptığı açıklamada, "Erdoğan'ın Suriye'ye karşı bu savaşın başlamasından önce yapmak istediği ve hâlâ yapmayı denediği şey, Müslüman Kardeşler'in tanınması ve Suriye yönetiminin bir parçası olması…" demişti.
Peki, ya Şaban’ın demeç verdiği Al Mayadeen televızyonu?! Hizbullah’a yakın Al Mayadeen televizyonunun başında İran yüzünden El Cezire’den ayrılmış ünlü Tunuslu gazeteci Ghassan Bin Jiddo var. Televizyonun genel müdürüyse yine Lübnan merkezli Al Ittihad TV'nin sahibi Nayef Krayemdir. Bölgeyi az çok bilenler bu kişinin daha önce Hizbullah'a bağlı Al-Manar TV'nin direktörlüğünü yaptığını da mutlaka biliyorlardır.
Ya da 2020 yılının Mart’ında Beşar Esad’ın Russia24 kanalına verdiği röportajdaki sözleri ile Velayeti’nin söylediklerini kıyasladığımızda ortaya atılan tezlerin aynı olduğunu görüyoruz: ‘‘Suriye'de Türk askerleri Türkiye’nin çıkarları için değil sadece Erdoğan'ın bağlı olduğu Müslüman Kardeşlerin ideolojisi için ölüyor. Erdoğan Suriye'de neden savaştığını Türklere açıklayamıyor.’
Daha sonra İran'ın dini lideri Ali Hamaney'in uluslararası ilişkiler danışmanı Ali Ekber Velayeti Türkiye İsrail ilişkilerinin normalleşmesi sürecini şöyle değerlendiriyor: ‘‘Dünya Ekonomik Forumu Davos'ta Siyonist rejime karşı bir konuşma yapan Türk yetkililer, rejimi "çocuk öldüren" bir rejim olarak nitelendirdi, ancak belirledikleri hiçbir hedefe ulaşamadıkları için yöntem değiştirdiler ve Siyonist rejimin başkanı (Türkiye'ye yaptığı gezi) sırasında ayağının altına kırmızı halı serdiler.’’
İran yıllardır İsrail devletine ‘’sionist rejim’’ ismini takarak dış politikasını onun üzerinde inşa ettiği için etrafındaki çember daralmasın diye komşu ülkelerin İsraille olan ilişkilerinşn normalleşmesine sıcak bakmıyor. Örneğin, geçen sene İsrail Cumhurbaşkanı Herzog'un ziyareti öncesinde İran medyası bu gelişmeyi detaylıca analiz etmiş, konuyla ilgili kaygısını açıkça dile getirmişti. İran’ın önde gelen haber ajanslarından ABNA, Ankara-Tel Aviv hattında yaşanan yumuşama sürecini mercek altına alırken, “Erdoğan’ın İsrail ile normalleşmek istemesinin bazı sebepleri var. Bunlar arasında ekonomik krizden çıkma ve İsrail yanlısı lobiler aracılığıyla gelecek seçimlerde görevde kalması” yorumunu yaparken, “Fakat normalleşme ile bu yeni yaklaşım ters tepebilir ve hem Erdoğan’a hem de partisine ağır sonuçlar doğurabilir” iddiasında bulunarak bir nevi Erdoğan’ı tehdit etmişti.( kaynak)
Uzmanlar aynı zamanda Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeniden tesisinin Türkiye’nin özellikle Doğu Akdeniz’deki varlığı ve siyaseti açısından önemli olduğuna dikkat çekiyorlar. Kuşkusuz ki, İran Türkiye’nin, varlığını gerek Libya ile anlaşma imzalayarak, gerekse de KKTC ve Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgelerine dair haklarını koruyarak hissettirmesinden bir hayli endişeli. Ayrıca İsrail’in, kurulduğundan beri en önemli diplomatik başarısı olarak tarihe geçen Abraham Anlaşmaları ile Körfez ülkeleriyle yıllardır örtük bir şekilde sürdürdüğü belli seviyedeki ilişkisini açık diplomatik kanallara oturttuğu sırada Türkiye’nin ikili ilişkileri yeniden tesis ederek bölgesel denklemin dışında kalmamak adına adım atmış olması da önemlidir. Bu açıdan ikili ilişkilerin yeniden normalleşmesi yönünde Türkiye’nin dış politikası ve çıkarları açısından doğru adımlar atılmıştır.
Bunun yanısıra, yeni dinamiklerin İran-Türkiye-İsrail eksenine yansımalarını basın için değerlendiren Washington’daki önde gelen İran uzmanlarından Ortadoğu Enstitüsü İran Programı Direktörü Alex Vatanka’ya göre, İran’ın açısından Türkiye İsrail yakınlaşmasının en önemli kısmı, örneğin Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi değil, Türkiye’nin İsrail’e ilişkilerini normalleştirmesiyle, İran’ın Türkiye ve İsrail’in ortak hedefi haline gelip gelmeyeceğidir: ‘‘İranlılar’ı kaygılandıran bu. Bugün itibariyle Türk-İsrail yakınlaşmasının bu yöne doğru ilerlediği şeklinde bir işaret yok. O yüzden kaygılanmaya gerek te yok”.( kaynak)
Anlayacağımız üzere, sayın Velayeti haliyle hala ülkesinin Siyonist rejimle Türkiye arasında mevcut olan normalleşme sürecinden rahatsız olduğunu ima ediyori yani, bir şekilde süreci çarpıtıyor.
Dikkat ederseniz sayın Velayeti’nin bir iddiası da Cumhur İttifakı ile ilgilidir: İktidarda kalmak ve son seçimleri kazanmak için iç politikada da işleyiş biçimini değiştirdiler. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Devlet Bahçeli liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi ile yakınlaşma hamlesi bunun bir örneğidir.
Ali Ekber Velayeti’nin bu iddiası da aslında oldukça asılsız bir iddiadır. Zira, Türkiye’nin iç politikasıyla ilgilenen herkes biliyor ki, Cumhur İttifakı’nın doğuşundan günümüze gelen bu süreç incelendiğinde ittifakın temel gayesinin Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış tehditleri güçlü bir siyaset kurumu vasıtasıyla bertaraf etmek olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda da ittifakın kısa vadeli siyasi ve pragmatik kazanımları değil bütüncül, uzun dönemli ve devlet ile halk merkezli kazançları hedeflediği söylenebilir.
Olayı pragmatizm ve nicel çıkara dayalı analiz eden Ali Ekber Velayeti gibilerin düşüncelerinin ötesinde AK Parti-MHP ittifakının Türkiye koşullarından kaynaklanan biricik yönü vardır. Örneğin Millet İttifakı’nın başını çeken CHP de bu ittifak girişimini Türkiye’nin yakın dönemdeki siyasal atmosferi ve sorunlarından bağımsız olarak sadece sandalye sayısı gibi nicel çıkarlar üzerinden analiz etmektedir. Fakat, Türkiye’de AK Parti-MHP ittifakını 15 Temmuz sonrası oluşan devletin bekası kaygılarını ve bu partilerin bu olayı kavrayışlarını hesaba katmadan anlamak mümkün değildir.
Ortada bir husus daha var: o da Bu ittifakta nicel olmayan bir siyasi çıkar vardır. O da devletin bekasıdır. Bu çıkar sadece AK Parti ve MHP’nin değil, aynı zamanda CHP de dahil olmak üzere tüm siyasi partiler ve milletin ortak çıkarıdır. Bu çıkarın basit siyasi kazanımlarla karşılaştırılabilmesi mümkün değildir.
Yine sayın Velayeti aynı makalede Türkiye Rusya ilişkilerine çomak sokmak amacıyla şu cümleleri sarfediyor: ‘‘Şimdi Ukrayna savaşının ortasında, kendisini Rusya'ya yakın gösteren Türkiye'nin politikasında yeni bir tarz değişikliğine tanık oluyoruz. Son günlerde Türkiye'nin İsveç'in NATO üyeliğini kabul ettiği ve bazı Azak komutanlarını Ukrayna'ya teslim ettiği haberi yayıldı. Bu pozisyon değişikliğine paralel olarak son aylarda İran'a karşı Zengezur Koridoru'nun oluşturulması Türkiye ile Azerbaycan Cumhuriyeti'nin birleşmesi konusunu gündeme getirmiştir. Bu plana karşı çıkanlar, Azerbaycan Cumhuriyeti ile Nahçıvan arasındaki ilişkilerin amacı olacaksa, komşuların Ermeni topraklarında geniş bir alanı işgal etmesine gerek olmadığını söylüyorlar. Gaz boru hattı, elektrik, transit güzergahı ve diğer tüm bu kolaylıklar, Ermenistan'ın toprak egemenliğine zarar vermeden kolayca gerçekleştirilebilir ve bu, ülkeler arasında ortak bir konudur.
Türkiye'nin NATO ile olan bağlarının boyutu göz önüne alındığında, İstanbul ile Sincan'ı birbirine bağlama sorununun, pan-Türkizm denen hayali bir dünyanın oluşumunun bir işareti olmaktan çok, bir çete oluşumuna yol açacağına dair güçlü şüphe var. İran'ı kuzeyden ayıracak, Rusya'yı güneyden kuşatacak ve NATO'nun bölgedeki etkisini genişletecek. Ticaret ve işbirliğini geliştirmek yerine Nahçıvan yolunun açılması, NATO'nun ve bu çatışmaya dahil olan bazı üyelerinin İran'ın kuzeyindeki ve Rusya'nın güneyindeki tüm tesislerine daha ciddi ve aktif bir şekilde müdahil olmalarının ve bu tesisleri terk etmelerinin önünü açabilir.’’
Öncelikle, Ali Ekber Velayeti’nin Türkiye’nin dış politikasının bölgesel ve küresel dengelerini analiz ederken yanılgı içinde olduğunu söylemek zorundayız. Zira, Yeni Şafak’tan Kadir Üstün’e göre de Türkiye’nin pragmatik adımlar atarak kendine alan açma çabasının yeterince anlaşıldığı söylenemez. Batı ittifakından ‘koptu kopacak’ şeklinde yapılan analizler, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını rasyonel biçimde tespit edip ona göre hareket edemeyeceği yanılgısına dayanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Transatlantik İttifakı ötesinde geliştirdiği her ilişki ya Batı’ya alternatif ya da Batı’dan uzaklaşma olarak sunulunca, Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili temelsiz önyargılar oluşuyor. Türkiye analizleri Batı’yla Doğu arasında sıkışmış ve sürekli gelgit yaşayan bir ülke algısının farklı varyasyonları haline gelince, Türk dış politikasına ilişkin sorunlu perspektifler yaygınlık kazanıyor.
Hem Avrupa, hem Rusya, hem Kafkasya konusunda önerilere açık olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in önerisi ile gündeme gelen Güney Kafkasya'da 3+3 formatındaki bölgesel işbirliği formasyonunu İran da dahil olmak üzere tüm bölge ülkelerine sunmuş, hatta konuyla ilgili platform dahi 10 Aralık 2021’de Moskova’da görüşmelere bile başladı. Bu toplantıdan sonra görüşülmeye başlanan Zengezur’dan geçen demiryolu ve karayolunun Ermenistan tarafından kapatılması; İran’ın da koridorun açılmaması konusunda Ermenistan’ı desteklenmesi ile sadece bölgesel işbirliği değil, daha geniş bir alan kazanılmasının önüne geçildi. Oysa, Orta Asya’dan Çin’den Avrupa’ya kadar olan bir Doğu-Batı koridorunun açılması sağlanacak. Şu anda Doğu-Batı yönünde kargo ulaşımı Bakü-Tiflis-Kars demiryolu üzerinden sağlanıyor. Zengezur Koridoru’nun açılması için bugün anlaşma sağlansa dahi işlerlik kazanması biraz uzun sürebilir, evet, ama kısa sürede bu konu çözüme kavuşacaktı. Şimdi Ali Ekber Velayeti’nin konuyla alakalı Türkiye’yi suçlaması olayı farklı boyutlara taşıma ve çarpıtma girişiminden başka bir şey değildir.
Aynı zamanda, Velayeti’nin Azerbaycan'ı Ermenistan'ın Sunik vilayetini, yani tarihi ismiyle Batı Zengezur'u "işgal etmeye teşebbüs" etmekle itham etmesi, kendisini "tarih öğretmeni" olarak nitelendiren bu şahsın tarih konusunda taraflı davranmasını göstermektedir. Eminiz ki, sayın Velayeti tarihin tüm döneminde Azerbaycanlılara ait olan Batı Zengezur'un Sovyetler tarafından Ermenilere teslim edildiğini elbette biliyordur. Peki, bu duruş, bu davranış "İslam ülkelerinde olan mazlum halkları koruma" misyonunu üstlendiğini iddia eden İran İslam Cumhuriyeti'nin önemli kişilerinden birisi olan sayın Velayeti’nin söylemleri örtüşüyor mu?!
Ermeniler Karabağ'ı işgal altında tuttukları süre zarfında resmi Tahran günümüzde Azerbaycan'ı "Ermenistan topraklarını işgal etmeye çalışmakla" suçladığı gibi, bir kere bile olsun işgal olgusundan bahsetmemiş, Ermenistan’ı deyim yerindeyse rencide etmek istememişti.Karabağ’da yıllarca süren işgal olgusundan bahsetmek yerine "bölgedeki gergin durum" ve benzeri yumuşak diplomatik ifadeler kullanması bile İran'ın Azerbaycanla ilgili garip tavırlarını bir kez ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak:
- Ali Ekber Velayeti’nin makalesinde belirttiği gibi Türkiye Suriye’de bir işgal gerçekleştirmemiştir. Bu tamamen asılsız bir dezenformasyondur.
- Müslüman Kardeşlerle ilgili söylenenler tamamen manipüle girişiminden başka bir şey değildir,
- Türkiye ile İsrail arasında gerçekleşen normalleşme sürecinin İran’a asla bir zararı yoktur. Velayeti bunu gayet iyi biliyor, ama galiba işine geliyor,
- Cumhur İttifakı’nın oluşumuyla ilgili yazdıkları asılsız enformasyondan başka bir şey değildir, zira, Türkiye’nin iç politikasıyla ilgilenen herkes biliyor ki, Cumhur İttifakı’nın doğuşundan günümüze gelen bu süreç incelendiğinde ittifakın temel gayesinin Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış tehditleri güçlü bir siyaset kurumu vasıtasıyla bertaraf etmek olduğu görülmektedir.
- Ali Ekber Velayeti’nin Türkiye’yi Zengezur koridorundan dolayı suçlaması ise tamamen hayal ürünüdür. Zira, ne Türkiye, ne de Azerbaycan İran’ı devre dışı bırakmak istememiştir.
- Resmi Tahran’ın yıllarca sürdürdüğü garip tavrını Ali Ekber Velayeti’nin bu makalede de sürdürmesi İran’ın Azerbaycan’a bakış açısını asla değiştirmeyeceğini kanıtlar niteliktedir.